Search

By giving place to the historical structure of the issue of education and teacher training, the importance of darulmuallim and tutorials will also be understood. Because if it had been the establishment of organizations that train teachers in the modern sense at earlier dates, the line of development of education might have been different in history. The madrasas consisted of two parts, general and specialized madrasas. General madrasas train cadi, teacher and mufti, while specialized madrasas are in the form of Darulhadis, Medical Madrasas (Darüşşifa), Darulkurra, after the sibyan school, students attend madrasas, and the student who took lessons from teachers here rose step by step in science. Students who moved to madrasas after Sibyan school were seeing different lessons here. Candidates for teacher candidates used to take tafsir, hadith, law and fiqh courses. For this, he would have undergone a long and difficult training. After this process, which has undergone a long period of development, educational institutions began to be established in a modern sense. The first of the organizations that train teachers directly and with modern methods in the Ottoman Empire was established in Istanbul. Darulmuallimin-ı Rüştiye was opened in Fatih in 1848 under the leadership of Mekatib-ı General Minister Kemal Efendi, Yahya Efendi was appointed as a teacher with the title of head teacher in darulmuallimin, and Ahmet Cevdet Pasha was appointed as the director of the school in 1850. This institution was obliged to train male teacher candidates for rushdie school. Similar to these schools in Istanbul have started to be opened in different provinces of the Ottoman State. Key Words: Madrasa, Sibyan School, Darulmuallimin-i Rüştiye School

Her ne kadar yazılı metinlerinin başlangıcı 8. yüzyıla dayansa da o metinlerdeki bazı kelimelerde bulunan soyut anlamlılık, çok anlamlılık ve tam eş anlamlılık gibi özellikler Türkçenin çok eskiye uzanan bir geçmişi olduğunu göstermektedir. Dünyanın en eski dillerinden biri olarak Türkçe, tarih içinde pek çok medeniyetle etkileşim içerisinde bulunmuş ve buna bağlı olarak diğer pek çok dil gibi değişikliğe uğramıştır. Bugün tek bir ses olarak gördüğümüz bazı kullanımlar, aslında farklı seslerin değişikliğe uğraması sonucunda oluşmuş şekillerdir. Söz gelimi, bugün n sesi olarak tek şekilli kullandığımız ses, Türkçenin tarihi içinde ñ ve n seslerinin birleşmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde bugün #ç olarak kullandığımız ses, Türkçenin gerek tarihî lehçelerinde, gerek çağdaş lehçelerinde ve gerekse Türkiye Türkçesi ağızlarında farklı şekillerde kullanılmakta ve bu sesin farklı kaynakları olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı Türkçenin en eski seslerinden biri olan kelime başı ç’nin Türkiye Türkçesi ağızlarında hangi şekillerde ortaya çıktığını sınıflandırmaktır. Bu bağlamda, ç- sesinin Derleme Sözlüğü’ndeki madde başları incelenmiş ve bu madde başlarından bir kısmının Türkçenin farklı lehçelerinden ses değişikliği şeklinde geçtiği ya da bazı ç-‘lerin ön türeme şeklinde oluştuğu tespit edilmiştir.

Amaç: Bu çalışma, laparoskopik veya açık cerrahi uygulanan kolorektal kanserli hastaların klinikopatolojik özelliklerini, cerrahi özelliklerini ve kısa dönem sonuçlarını sunmayı amaçlamıştır. Gereç Ve Yöntem: Ocak 2017 ile Aralık 2020 tarihleri arasında XXX Genel Cerrahi Anabilim Dalı'nda ameliyat edilen kolorektal kanser olgularının verileri retrospektif olarak incelendi. Tümör lokalizasyonu, patolojik tanılar, operasyon tipleri, tümör, tümör invazyonu, lenf nodu özellikleri, ek tedaviler, hemogram testleri, hastanede kalış süresi, takip süresi, postoperatif komplikasyonlar, nüks ve mortalite analiz edildi. Bulgular: Hastaların yaşları ortanca 66 olmak üzere 36 ile 87 arasındaydı. Olguların %79,55'inde açık cerrahi, %20,45'inde laparoskopik cerrahi uygulandı. Ortalama hastanede kalış süresi 6 gündü (IQR: 5-8). Ortalama takip süresi 20.52 ± 10.49 aydı. Olguların %16.67'sinde ameliyat sonrası enfeksiyon, %6.82'sinde ameliyat sonrası kaçak gözlendi. Altı hastada (%5.61) nüks görüldü. Mortalite oranı %17,41, erken mortalite (≤30 gün) oranı ise %3,03 idi. Sonuç: Laparoskopik ve açık kolorektal cerrahi ile ilgili daha fazla yayına ihtiyaç vardır. Kliniklerin kolorektal cerrahide elde ettikleri sonuçları ve deneyimlerini paylaşmalarının önemli olduğunu, sonuçlarımızın literatüre katkı sağlayacağının yanı sıra ülkemizde giderek yaygınlaşan genel cerrahi kliniklerinin kurulmasına da katkı sağlayacağına inanıyoruz.

Environmental pollution is becoming a high-priority concern, as it threatens the natural resources of many countries. In this context, electronic waste (e-waste) pollution is expected to play an important role in the ecosystem. E-waste is an emerging type of pollutant, defined as the various forms of electrical and electronic material that have stopped being of value to their users or no longer satisfy their original purpose. In our study, the aim was to measure the awareness of young generations regarding the e-waste concept and to analyze how much young people are familiar with the regaining activities. To achieve the goal of this study, an e-waste survey of 9 multiple choice questions was formed in an online survey platform. This paper provides a panorama of the awareness, actual motives for change and disposal method, attitudes and other factors potentially explaining the intention to recycle, and deterrents to recycling. Keywords: e-waste, recycling, mobile phone, environment, statistics

The goal of this study was a competitive analysis of global e-distributors in the hospitality industry. It specifically on Airbnb a peer-to-peer booking model, Booking.com an online travel agent retail booking model, and hotel websites, a customer direct booking model. Hospitality e-distribution systems were assessed using the Five Forces Model, a tool for analyzing the competition of a business, to determine the current dynamics and predict the future implications. In this regard, a focus group study was conducted with a group of tourism scholars and experts working in the tourism industry. Based on the findings of this qualitative research, the paper discusses how each system fills the demand in the changing competitive landscape. The study contributes to the literature by producing a detailed analysis of the dynamic nature of distribution in the hospitality industry from a strategic perspective.

The evolution of an initial surface (below its roughening temperature) bounded by a sinusoidal function and consisting of concentric circular steps in two dimensions has been investigated in the Diffusion Limited (DL) regime. Assuming that there were entropic interactions between steps and the local mass transfer took place due to the surface diffusion, the solution of the diffusion equation has been obtained by using polar coordinates in two dimensions. The results obtained in this investigation with analyzing the surface height’s evolution as a function of time are as follows: The surface’s height approximately decreases as τ^α (α≈0.35) and α is independent of the amplitude and the wavelength of the initial surface. The variations in the heights of the surfaces which have different amplitudes (A_01,A_02 ) and wavelengths (λ_1,λ_2 ) scale as (A_01⁄A_02 ) (λ_1⁄λ_2 )^3.

Aim: This study aims to determine the effects of hyperbaric oxygen therapy at different pressure values on cell morphology and cell survival in the MCF-7 breast cancer cell line. Materials and Methods: The experimental groups were formed by applying 100% oxygen to MCF-7 breast cancer cells at 1.5, 2, and 2.5 atmospheres for 2 hours. The control group did not receive treatment. At the end of the experiment, cell survival was investigated by CCK-8 analysis, cell shapes were determined by crystal violet staining, and cell surface morphologies were determined by scanning electron microscope. Results: Cell viability was significantly reduced at atmospheric pressure of 1.5, 2, and 2.5 compared to the control group (p < 0.005). As pressure increased, the surface area of the cell decreased, nuclear condensation increased, and the cell borders became irregular. Cell membrane bleb and cell membrane porosity increased at 2 and 2.5 atmospheres. Conclusion: Hyperbaric oxygen therapy severely reduces the viability of MCF-7 breast cancer cells under increased pressure. It can induce apoptosis and change the shape and surface morphology of MCF-7 breast cancer cells. Although further studies are needed, our study supports the potential use of hyperbaric oxygen therapy in the treatment of breast cancer.

Amaç: COVID-19’un yol açtığı şiddetli klinik sonuçlara neden olan risk faktörleri yetişkin hastalarda çocuk hasta grubuna göre daha iyi tanımlanmıştır. Bu çalışmada hastanemize COVID-19 şüphesi ile başvuran ve SARS-CoV-2 testi pozitif saptanan çocuk hastalarda sosyo-demogrofik özellikler, klinik bulgular ve eşik değeri “cycle threshold” (Ct) değeri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada 1 Mayıs 2020-31 Ekim 2021 tarihleri arasında Mersin Üniversitesi Hastanesi COVID-19 laboratuvarında SARS-CoV-2 RT-qPCR testi pozitif saptanan 2971 çocuk hasta çalışmaya dahil edilmiştir. SARS-CoV-2 RT-qPCR testi, nazofarengeal ve orofarengeal sürüntü örneklerinden yapılmıştır. RT-qPCR sonucundan elde edilen Ct değerleri düşük, orta, yüksek şeklinde sınıflandırılmıştır. Bulgular: SARS-CoV-2 enfeksiyonu pozitif olan çocuk hastalarda en sık görülen semptomlar sırasıyla ateş %41.5, öksürük %28.6 ve boğaz ağrısı %24.4 olarak belirlenmiştir. SARS-CoV-2 pozitif asemptomatik ve semptomatik çocuk hastaların Ct değerleri düşüktür (

Çocuk oyun alanları çocukların çevre ile ilk tanıştıkları, sosyal iletişim kurdukları ve çocuğun erken gelişimi açısından önemli katkılar sunan kentsel mekanlardır. Bundan dolayı çocuk oyun alanlarının ve içerisindeki öğelerin nicelik ve nitelik açısından yeterli düzeyde olması, standartlara uygun olarak tasarlanması çocuk gelişimi için oldukça önemlidir. Bu çalışmada Bursa Kestel İlçesinde yer alan 42 mevcut çocuk oyun alanını; oyun elemanları, donatı elemanları, zemin döşemesi, oyun elemanlarının malzemesi, arazi yapısı, çocuk oyun alanının tipi, bitkisel tasarım ve güvenlik kriterleri doğrultusunda irdelenerek her çocuk oyun alanı için mevcut durum analizinin gerçekleştirilmesi ve ilçedeki çocuk başına düşen çocuk oyun alanı miktarının hesaplanması amaçlanmıştır. Bu amaçla ilçedeki çocuk oyun alanlarının mevcut durumunun saptanmasına yönelik arazi çalışmaları yapılarak çocuk oyun alanları değerlendirilmiştir. Sonuç olarak ilçedeki çocuk oyun alanlarının genel olarak nicelik ve nitelik açısından yetersiz düzeyde olduğu ve önemli eksikliklerinin bulunduğu tespit edilmiştir. İlçedeki çocuk başına düşen çocuk oyun alanı miktarı ise 5.41 m2/çocuk olarak hesaplanmıştır., Playgrounds are urban spaces where children first meet with the environment and establish social communication. Playgrounds have significant contributions to the early development of the child. Therefore, the design of playgrounds has to meet international standards and child development. This study aims to analyze 42 existing playgrounds in Kestel District, Bursa, Turkey. The study examined playground equipment, urban equipment, surface materials, playground equipment materials, typography, playground type, planting, and security. A field study was conducted to determine the current status of the playgrounds in the district. As a result, it was found that the playgrounds in the district are generally inadequate in terms of standards. The playground area per child in the district is calculated as 5,41 m2/child.

Aim of study: The aim of the study is to determine the professional ethics principles in forest engineering in Turkey and to measure the level of perception of these principles by forest engineers.Area of study: This study covers forest engineers employed in the state and private sector in Turkey.Material and methods: A questionnaire was designed for data collection in the study. The questionnaire includes 8 questions about the personal information of forest engineers and a 5-point Likert scale consisting of 36 items.Main results: The professional ethics principles in forest engineering were determined as “contribution to the development of the profession”; “ecological sensitivity, openness and participation”; “respect for law, society and colleagues”; “public welfare and social responsibility”; “professional solidarity”; “honesty and impartiality”; “professional competence”; “loyalty”; and “local responsibility”.Highlights: In this study, professional ethics principles that will guide forest engineers in their professional activities have been determined. These principles are important in creating suitable conditions that will contribute to forest engineers to perform their professional activities effectively., Çalışmanın amacı: Bu çalışma, Türkiye’de orman mühendisliğinde meslek ahlakı ilkelerinin belirlenmesi ve bu ilkelerin orman mühendisleri tarafından algılanma düzeyinin ölçülmesini amaçlamaktadır.Çalışma alanı: Bu çalışma, Türkiye’de devlette ve özel sektörde istihdam edilen orman mühendislerini kapsamaktadır.Materyal ve yöntem: Çalışmada veri toplama amacıyla sormaca hazırlanmıştır. Sormaca, orman mühendislerinin kişisel bilgilerine yönelik 8 soru ve 36 maddeden oluşan 5’li Likert ölçeğini içermektedir.Temel sonuçlar: Orman mühendisliğinde meslek ahlakı ilkeleri, “mesleğin gelişimine katkı”; “ekolojik duyarlılık, açıklık, katılımcılık”; “hukuka, topluma, meslektaşa saygı”; “kamu yararı ve toplumsal sorumluluk”; “mesleki dayanışma”; “dürüstlük ve tarafsızlık”; “mesleki yeterlilik”; “sadakat”; ve “yerel sorumluluk” olarak belirlenmiştir.Araştırma vurguları: Bu çalışma ile orman mühendislerine mesleki faaliyetlerinde rehberlik edecek meslek ahlakı ilkeleri belirlenmiştir. Bu ilkeler, orman mühendislerinin mesleklerini etkin ve verimli bir şekilde yerine getirmelerine katkı sağlayacak uygun iklimin oluşmasında önem arz etmektedir

Türk soylu kavimler arasında adı geçen Sekeller, Orta Çağ Macar Krallığı’nda Macar ordusunun hafif süvari tabakasını oluşturmuştur. Sekeller, Orta Çağ boyunca Macar ordusunda daha çok savaşçı özellikleriyle ön plana çıkmıştır. Türk bozkır savaş geleneğinde sonradan katılan halkların savaş öncesi ordunun keşif seferlerini yerine getirme, gözcülük faaliyetleri ve ordunun önünden gitme, savaş sonrası ise ordunun arkasını kollama görevi Macar ordusunda Sekeller tarafından sağlanmıştır. Ayrıca dönemin kaynakları onların genel olarak doğu sınır bölgelerinde kaldığından ve sınır koruma rollerinden bahseder. Günümüz Romanya toprakları dahilinde bulunan Transilvanya’da (Osmanlı’da Erdel) yaşayan Sekeller, barış zamanı içeride, savaş zamanı ise orduda ön muhafız ve sınır koruma vazifelerini uzun zaman sürdürmüşlerdir. Bu vazifeleriyle ayrıcalıklı statünün sahibi olmuşlardır. Ayrıca batılı vakanüvislerin dikkatinden kaçmamışlar, usta savaşçılar olarak nitelendirilmişler ve Avrupa’da okçuluktaki yetenekleriyle bilinmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin Balkanlara girmesinden sonra kaderleri onları Macar kralının yanında olmaya zorlamıştır. Ordudaki askeri başarıları sayesinde Macar krallarının özgür, müttefik ve sevilen bir halkı olmuşlardır.

Kentsel yeşil alanlar kentsel yapının en önemli bileşeni olup kent ekosistemine ve kent halkına çok yönlü hizmet ve katkılar sağlayan fiziksel mekânlardır. Kentsel yaşam kalitesinin artırılması ve sürdürülebilirliği açısından kentsel açık ve yeşil alanların, niteliksel ve niceliksel olarak istenilen düzeyde ve standartlarda olması, kentsel planlama ve kentsel tasarım kapsamında bütüncül ilişkilendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada Uşak kent merkezindeki mahalle ölçeğinde yeşil alanların alansal miktarları, dağılımları ve kişi başına düşen yeşil alan miktarının belirlenmesi, analizlerinin gerçekleştirilmesi ve kentsel stratejik eylemlerin oluşturulması amaçlanmıştır. Bu bağlamda Uşak kent merkezindeki 29 mahalle ölçeğinde mevcut açık ve yeşil alanların niceliksel olarak analizleri yapılmış ve irdelenmiştir. Sonuç olarak, Uşak kentinin kişi başına 8,50 m2 aktif yeşil alan ve çocuk başına düşen çocuk oyun alan miktarı ise 3,37 m2 tespit edilmiştir. Kentteki kişi başına düşen yeşil alan miktarı ilgili yasal mevzuatta belirtilen 10 m2 standardının altında olup mahalle ölçeğinde sayısal ve alansal büyüklükleri açısından dengesiz, yetersiz, küçük ve parçalı bir dağılım gösterdiği belirlenmiş ve kentsel yeşil alanların sürdürülebilirliği açısından stratejik eylemler öngörülmüştür.

In this study, sexual dimorphism in pigeons was investigated. Rensch's rule was evaluated across pigeon breeds. Body weight, body length, beak length, wingspan, tail length, and tarsus length were used for the analysis. We have divided the breeds in the five groups (form, frills and owls, tumbler and rollers, homer and highflyer, feral). The allometric relation in the traits between female and male measures were analyzed. The measure of sexual size dimorphism was measured for each trait as a simple male size divided by female size (Sexual Size Index, SSI). On average across traits, male birds have higher values than female birds, both across breed groups and overall. No deviation from isometric allometry can be observed except the tail length. No trends towards logarithmic female values according to the SSI could be identified. According to the results, the rules of Rensch for pigeon breeds are rejected. Sexual dimorphism exists between breeds and traits, mainly in favor of the male birds. In most cases, allometric relationships between breeds change, as do traits.

We aimed to show the effect of closure of the appendix stump with different methods during laparoscopic appendectomy (LA), on postoperative complications, healing process and costs. Patients who underwent LA due to acute appendicitis in the last 5 years in Rize were retrospectively analyzed. Our study includes comparative analysis on two patient groups in which we carried LA. We used endoloop (EL) in Group 1 and hem- o-lok polymeric clip (HC) in Group 2 to close the appendix stump. Patients were compared in terms of demographic characteristics, American Society of Anesthesiologists (ASA) score, preoperative white blood cell and C-reactive protein (CRP) elevation, whether a drain was used, appendix diameter, pathological diagnosis, postoperative complications, duration of surgery and length of stay, and cost. Of 209 patients, 111 (51.2%) were male and 98 (48.8%) were female. The frequency of drain placement was higher in Group 2 (P = 0.005). No stump leakage was observed in either group, but the incidence of other postoperative complications was significantly higher in the EL group (P=0.041). The use of HC is cheaper than the use of EL. There was no significant difference in other parameters. Both EL and HC are used safely in LA. Although both methods do not have obvious advantages over each other, HC stands out one step further due to its more affordable cost and less possibility of postoperative complications.

Determining the visual quality of the landscape is a subjective process in which the positive or negative point of view of individuals in terms of aesthetics of natural and cultural landscapes is determined and revealed. This study is aimed to evaluate the visual quality of urban parks in the Esenyurt district of Istanbul province. The study area was evaluated by the students of Uşak University, Faculty of Architecture and Design, Department of City and Regional Planning, using an online photo survey with parameters (n=200). Photographs taken from city parks were examined on a 5-point Likert scale (5 highest-1 lowest) with parameters (naturalness, harmony, scenic beauty, mystery, diversity, vitality, care, trust, openness, and order). As a result, it has been found that naturalness, harmony, care, order, trust, and scenic beauty have a direct impact on the visual quality of the urban space. While the areas with natural landscapes generally have the highest score in terms of all parameters to determine the visual quality, the score values decreased as the artificial landscapes increased., Peyzaj görsel kalitesinin belirlenmesi doğal ve kültürel peyzajların estetik bakımdan bireylerin pozitif veya negatif bakış açısının tespit edilerek ortaya konulduğu öznel bir süreç olmaktadır. Bu çalışmada, İstanbul’un Esenyurt ilçesinde belirlenen kent parklarının görsel kalite açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışma alanı olarak seçilen kent parkları Uşak Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğrencileri tarafından (n=200) belirli parametreler doğrultusunda online olarak foto-anket uygulaması ile değerlendirilmiştir. Anket çalışmasında kent parklarından çekilen fotoğraflar Rekreasyonel Olanak Dağılımı (ROD) sınıflandırmasına (doğal, yarı-doğal ve kentsel) göre seçilmiş doğallık, uyum, manzara güzelliği, gizem, çeşitlilik, canlılık, bakım, güven, açıklık ve düzen parametreleri doğrultusunda 5’li likert ölçeğinde (5 en yüksek-1 en düşük) değerlendirilmiştir. Çalışmanın sonucunda elde edilen anket verileri değerlendirilerek çalışma alanındaki kent parklarının görsel kalitesi tespit edilmiştir. Doğal unsurların yer aldığı alanlar görsel kaliteyi belirlemeye yönelik tüm parametreler bakımından genel olarak en yüksek puanlamaya sahip olurken, yapay unsurlar artıkça puan değerlerinin azaldığı tespit edilmiştir.

Planting design applications, which are carried out in line with functional, ecological, and aesthetic purposes, help to re-establish the interaction between humans and nature in cities that are graying under the pressure of urbanization day by day. Planting design, which is the most basic element of a good landscape design, has an important role in all areas where people spend time. In order to create a successful and sustainable planting design, planting design principles (diversity, emphasis, repetition, balance, etc.) should be taken into consideration, as well as choosing plant taxa suitable for the ecological conditions of the region. In order for plants to reveal the expected benefits (ecological, aesthetic, psychological, etc.), their characteristics (form, color, size, texture, etc.) must be used correctly in the design. Mosque gardens, which represent today's examples of Islamic garden art, are places of great importance in terms of preserving and keeping this culture alive. In terms of regaining the social and public aspects of mosques, the landscape design of the mosque's immediate surroundings and in parallel with the planting design is very important. Within the scope of this study, it was aimed to carry out a successful and sustainable planting design in the area of landscape design of Ahmet Erdoğan Mosque. Plant taxa preferred in planting design and their families, life forms, leaf status and numbers were shared. The usage purposes of these plants within the scope of planting design were examined and evaluations were made., Fonksiyonel, ekolojik ve estetik amaçlar doğrultusunda gerçekleştirilen bitkisel tasarım uygulamaları gün geçtikçe kentleşme baskısı altında grileşen kentlerde insan-doğa arasındaki etkileşimin yeniden kurulmasına yardımcı olur. İyi bir peyzaj tasarımının en temel unsurunu oluşturan bitkisel tasarımın insanların zaman geçirdiği tüm alanlarda önemli bir rolü vardır. Başarılı ve sürdürülebilir bir bitkisel tasarım oluşturulabilmesi için bölgenin ekolojik koşullarına uygun bitki taksonlarının seçilmesinin yanı sıra bitkisel tasarım ilkelerinin (çeşitlilik, vurgu, tekrar, denge vb.) de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bitkilerin kendilerinden beklenen faydaları (ekolojik, estetik, psikolojik vb.) ortaya koyabilmeleri için sahip oldukları özelliklerin (form, renk, ölçü, doku, çizgi vb.) tasarımda doğru kullanılması önem arz etmektedir. İslam bahçe sanatının günümüz örneklerini temsil eden cami bahçeleri bu kültürün korunması ve yaşatılması açısından büyük öneme sahip mekânlardır. Camilerin sahip olduğu sosyal ve kamusal yönlerin yeniden kazandırılabilmesi açısından cami yakın çevresinin peyzaj tasarımı ve dolayısı ile bitkisel tasarımı oldukça önemlidir. Bu çalışma kapsamında Ahmet Erdoğan Cami peyzaj tasarım alanında başarılı ve sürdürülebilir bir bitkisel tasarım gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. Bitkisel tasarımda tercih edilen bitki taksonları ve bu taksonların; familyaları, yaşam formları, yaprak durumları ve sayıları paylaşılmıştır. Bu bitkilerin bitkisel tasarım kapsamında kullanım amaçları irdelenmiş ve değerlendirmeler yapılmıştır.

Yakup Kadri’nin, Yaban ve Ankara romanları onun Kadro hareketine dahil olduğu dönemdeki düşüncelerinin romanlaştırılmasıdır. Kadro, Cumhuriyet inkılaplarını sürdürmeyi hedefleyen ve kendilerini bu yolda görevli sayan bir ekip tarafından üç yıl gibi kısa bir süre çıkmasına rağmen etkili olmuş bir yayın organının etrafında şekillenmiş bir harekettir. Yakup Kadri derginin imtiyaz sahibi ve yazarı olması dolayısıyla bu hareketin bizzat içinde yer almıştır. Yakup Kadri’ye göre, ne Millî Mücadele’nin kazanılması ne de Cumhuriyet’in ilanı tek başına yeterlidir. Asıl görev bundan sonra başlamaktadır. Bu da, Birinci Cihan Harbi ile ciddi bir sakatlanma yaşayan Osmanlı Devleti ile organik bağı tamamen koparıp yeni bir ulus icat etmekle mümkün olacaktır. İşte bu görüşlerle Yakup Kadri ilk olarak Yaban romanını kaleme alır. Yayımlandığı dönemde sert eleştirilere maruz kalan romanın başkişisi Ahmet Celal, Birinci Cihan Harbi’nde sağ kolunu kaybetmiş ve Anadolu’ya yerleşmiştir. Ahmet Celal’in sağ kolu, romanın yayımlandığı dönemde görülen pozitif öjenik fikirleriyle koşut biçimde sakat kişilerin toplumdan ayrılması fikrinin metaforik düzlemdeki karşılığıdır. Buna göre yeni bir ulus inşa edilmeyecek, icat edilecektir. Zira Osmanlı Devleti ile herhangi bir bağı sürdürmek aynı sakatlığın da devam etmesi anlamına gelecektir. Bu fikirlerin daha somut bir ifadesini Yakup Kadri, Ankara romanıyla ele alır. Romanın son bölümde kurguladığı ütopik Ankara ile Yakup Kadri, Kadro ekibinin icat edilmesini arzuladığı Türkiye’yi resmeder. Buna göre sporla ilgilenen sağlıklı insanlardan oluşan toplumun iktisadi kalkınması da mümkün olacak ve Yaban’da görülen sakatlığın normal olduğu Anadolu köyleri yerini Avrupai bir refaha sahip neşeli insanlardan oluşan köylere bırakacaktır.

As a correlational survey study using prediction design, this study focuses on the relationship between human capital types and employability perceptions based on the opinions of foundation vocational school students. The target population of the study consists of the students of the health vocational school of a foundation university operating in Istanbul in the 2018–2019 academic year. The sample consisted of 450 students. Pearson correlation coefficient, t-test, ANOVA, and multiple regression analysis techniques were conducted for the data analysis. The findings revealed that there were moderate level significant relationships between human capital types and employability self-perceptions of students. Social capital, labor market readiness and psychological capital are significant predictors of employability. While perceptions of students about human capital did not differ by class level, their perceptions of employability did. The psychological capital perceptions and employability perceptions of students who were working were found to be higher than those who were not. Furthermore, as students’ family income levels rose, their expectations about the prospective income when participating in labor force were found to increase correspondingly. As a result, this study revealed a relationship between human capital and employability. However, vocational school education was not found to sufficiently create the expected level of human capital among students, and students’ perceptions of employability were found to be influenced by non-educational variables, such as family income and being currently employed.

It is the responsibility and goal of those working in the field of ergonomics to ensure that job demands do not exceed the abilities of employees and to keep a job at a level that can be done all day long. The employee, who is expected to work constantly above the performance limit, gets tired. Fatigue can create negative effects in terms of work efficiency, health, safety and psychological balance of employees. Metabolic energy expenditure rate is a physiological measurement used to determine the maximum work intensity that can be performed continuously without accumulating excessive physical fatigue. In this study, the evaluation of metabolic rate and energy load in the logistics department of a rubber hose manufacturing enterprise was achieved using the metabolic rate expenditure model for manual material handling works. In the current situation, the metabolic energy expenditure rate of the employee was found to be 6,564 kcal/min. With the new conveyor system developed, the metabolic energy expenditure rate was reduced to 4.872 kcal/min and it was kept below the limit value., İş taleplerinin, çalışanların yeteneklerini aşmamasını sağlamak ve bir işi gün boyu yapabilecek düzeyde tutmak ergonomi alanında çalışanların sorumluluğu ve hedefidir. Sürekli performans sınırının üzerinde iş yapması beklenen çalışan yorulur. Yorgunluk; çalışanların iş verimi, sağlığı, güvenliği ve psikolojik dengesi açısından olumsuz etkiler yaratabilmektedir. Metabolik enerji harcama hızı, aşırı miktarda fiziksel yorgunluk biriktirmeden sürekli olarak gerçekleştirilebilecek maksimum iş yoğunluğunu belirlemek için kullanılan fizyolojik bir ölçümdür. Bu çalışmada, kauçuk hortum üretimi yapan bir işletmenin lojistik bölümünde metabolik hız ve enerji yükü değerlendirilmesi, manuel malzeme taşıma işleri için metabolik hız harcama modeli kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Mevcut durumda çalışanın metabolik enerji harcama hızı 6.564 kcal/dk olarak bulunmuştur. Geliştirilen yeni konveyör sistem ile birlikte metabolik enerji harcama hızı 4.872 kcal/dk ‘ya düşürülerek sınır değerin altında kalması sağlanmıştır.

The aim of this study was to quantitatively investigate the antenatal care provided by healthcare physicians in a rural area of North East Anatolia, Turkey, and the effective factors. Patients who applied to a Second-tier health institution for delivery were asked how many times they went for a check-up during their pregnancy. In addition, the sociodemographic characteristics of the responding patients were recorded. In this study, the rate of pregnant women who received inadequate antenatal care was 41.0%. Examining the risk factors for inadequate antenatal care in pregnant women who attended fewer than four antenatal care visits revealed that the risk was 2,115 (confidence interval [CI] = 1.328–3.368) times higher for those receiving spousal education for

Why is there a significant gender gap in the global labor force participation? Is there a way to reduce vulnerable employment? May cultural values explain the gender gap in employment and male-dominant work structure? This research examined the associations between Hofstede’s culture dimensions (including power distance, individualism, masculinity, uncertainty avoidance, and long-term orientation) and gender gap in employment indicators (women’s and men’s labor force participation and vulnerable employment rates) after controlling the economy. Secondary data were obtained from Hofstede’s culture dimensions and World Bank databases. When the countries with missing data are excluded, remaining data of 60 countries make up the data set of the study. Two-step hierarchical regression analyses were performed, in which economic development was entered in the first step and study variables were included in the model in the second step. The main results indicated that after controlling economic development, women’s labor force participation rate was negatively related to country scores on uncertainty avoidance. In contrast, men’s labor force participation rate was negatively associated with country scores on power distance, individualism, and uncertainty avoidance. Besides, both women’s and men’s vulnerable employment rates were negatively related to country scores on individualism. The fact that more women and men participate in the labor force in countries with low power distance and uncertainty avoidance can be interpreted as women’s labor force participation creates new job opportunities that both women and men benefit from. The results may be useful for researchers who aim to see the current gender-based labor force participation patterns in different countries and understand the culture dynamics of economic gender gap., Küresel işgücüne katılım oranlarında neden belirgin bir cinsiyet farkı var? Kırılgan istihdamı azaltmanın bir yolu var mı? Kültür değerleri işgücüne katılımda cinsiyet ayrımını ve erkek egemen çalışma yapısını açıklayabilir mi? Bu araştırma, ekonomi kontrol edildikten sonra Hofstede’nin kültür boyutları (güç mesafesi, bireycilik, erillik, belirsizlikten kaçınma ve uzun dönem yönelimlilik) ile işgücüne katılımda cinsiyet ayrımı belirteçleri (kadınların ve erkeklerin işgücüne katılımı ve kırılgan istihdam oranları) arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Çalışmanın verileri Hofstede’nin kültür boyutlarından ve Dünya Bankası veritabanından elde edilmiştir. Eksik verisi olan ülkeler çalışma kapsamı dışına çıkarıldığında çalışmanın veri setini 60 ülkenin verisi oluşturmaktadır. Modele ilk aşamada ekonomik kalkınma verisi kontrol değişkeni olarak eklenirken, ikinci aşamada çalışmanın değişkenleri eklenerek veriler iki aşamalı hiyerarşik regresyon yöntemi ile analiz edilmiştir. Bulgular, ekonomik kalkınmayı kontrol ettikten sonra, kadınların işgücüne katılım oranının belirsizlikten kaçınma ülke puanlarıyla negatif yönde ilişkili olduğunu göstermiştir. Diğer taraftan, erkeklerin işgücüne katılım oranı ülkelerin güç mesafesi, bireycilik ve belirsizlikten kaçınma boyut puanlarıyla negatif ilişkili bulunmuştur. Ayrıca hem kadınların hem de erkeklerin kırılgan istihdam oranları, ülkelerin bireycilik konusundaki puanları ile olumsuz yönde ilişkili bulunmuştur. Güç mesafesinin ve belirsizlikten kaçınmanın düşük olduğu ülkelerde daha fazla kadın ve erkeğin işgücüne katıldığının bulunması, kadınların işgücüne katılımının hem kadınların hem de erkeklerin yararlandığı yeni iş fırsatları yarattığı şeklinde yorumlanabilir. Bulgular, farklı ülkelerdeki cinsiyet temelli işgücüne katılım modellerini ve ekonomik cinsiyet ayrımının kültür dinamiklerini anlamayı amaçlayan araştırmacılar için faydalı olabilir.

In the current study, braid reinforced membranes were fabricated from polyvinylidene fluoride (PVDF) polymers with two different molecular weights, and the blending of the polymers in a 1:1 ratio to upgrade the performance of the membrane. Characterization, filtration studies, and membrane bioreactor (MBR) application were done to evaluate membrane performance by applying the same operation conditions on each membrane. Characterization studies indicated that the fabricated membrane from blending polymers was a hydrophilic structure with a contact angle of 50.78° and smoother surface properties compared to the other fabricated membranes. According to the MBR results, at the end of the operation process, TMP levels of the membrane from the blending method are found 150 mbar, membrane from high molecular weight PVDF polymer had 250 mbar, and membrane from low molecular weight PVDF polymer had 800 mbar. As a consequence of the investigation, it is seen that the hydrophilic structure of the membrane allows the pollutant to adsorb less to the blend membrane surface, and the lower roughness is also a factor in reducing fouling.

Objective: This study aimed to investigate the psychotherapy training experiences of psychiatry residents through a questionnaire, addressing the knowledge gap on standards and practices during psychiatry residency training in Türkiye. . Materials and Methods: The study was conducted via WhatsApp and e-mail groups specific to psychiatry residents in Türkiye. Results: In our study, 80.5% of psychiatry residents received psychotherapy training during their residency, whereas, especially in those who have been in residence for four years or more, 97% received theoretical training, and 68% received supervision training. Moreover, a substantial portion (90.3%) of residents expressed plans to pursue psychotherapy training after graduation. Of those who received training, 63.7% obtained it from their educational institution, while 89.0% obtained it from other centres. Furthermore, 47.8% of the psychotherapy training was provided by in-house faculty members. Cognitive Behavioral Therapy was the most preferred type of psychotherapy among the residents. The most commonly reported barrier to accessing psychotherapy training was its high cost.. Conclusion: The study concluded that most psychiatry residents in Türkiye received psychotherapy training. Enhancing psychotherapy training in psychiatry residency, overcoming barriers, and improving supervision are critical issues to be addressed

Araştırma değişik oranlarda kullanılan tuz çözeltisinin kuluçkalık yumurtaları on gün süreyle depolanmasının kuluçka özellikleri üzerine etkisini belirlemek üzere yürütülmüştür. Bu amaçla 38 haftalık yaştaki Ross PM 308 damızlık sürüden elde edilen 720 adet kuluçkalık yumurta kullanılmıştır. Yumurtalar ilk gün kontrol, %3 ve %5 oranlarında hazırlanan tuz çözeltisi ile dezenfekte edilmiştir. Daha sonra 10-15 0C sıcaklık ve yaklaşık %80 nem içeren depoda 10 süreyle muhafaza edilmiştir. Soğuk hava deposundan alınan yumurtalar kuluçka makinelerine nakledilerek kuluçka özellikleri belirlenmiştir. Araştırmada üzerinde durulan döllülük oranı, kuluçka randımanı, çıkış gücü, erken, orta ve geç dönem embriyo ölümleri, ıskarta civciv oranı, malformasyon oranı, malpozisyon oranı ve civciv kalitesi özellikleri üzerine tuz çözeltilerinin önemli bir etkisinin bulunmadığı belirlenmiştir (P>0,05). Tuz çözeltilerinin araştırmada kontrol grubu olarak kullanılan kontrol (% 40 Benzalkonyum klorür, %0,05 Trihydrooxidoboron, %15 Karbamikasidmonoamid ve %2 Gluteraltehid içeren dezenfektan) ile benzer etkiye sahip olduğu tespit edilmiştir. Sonuç olarak, tuzun kuluçkalık yumurtalarda dezenfeksiyon olarak kullanılabileceği değerlendirilmekte olup, net sonuçlar elde edilmesi için yüksek oranlarda tuz çözeltisi kullanılarak yeni araştırmaların yapılmasının gerekli olduğu kanaatine varılmıştır.

Küresel rekabet koşulları altında işletmelerin varlıklarını sürdürebilmeleri için rekabetçi üstünlüklere sahip olması gerekmektedir. Bunun için işletmelerin üretim süreçlerini kontrol altında tutmaları, otomatikleştirmeleri, insan-makine etkileşimi emniyetli ve verimli hale getirmeleri gerekmektedir. Üretim hatalarını azaltmak, bakım-onarım maliyetlerini azaltmak, gereksiz faaliyetleri ortadan kaldırıp yalın üretim anlayışını uygulamak günümüzde işletmeler için neredeyse kaçınılmaz hale gelmiştir. Son yıllarda yaşanan eklemeli imalat, nesnelerin interneti, bulut bilişim, artırılmış gerçeklik, yapay zekâ gibi teknolojik yenilikler siber-fiziksel sistemlerin ortaya çıkmaya başlamasına neden olmuştur. Bu makalede geleceğin üretim sistemlerinin temelinde yer alacak bu sistemler hakkında çalışmak isteyen bilim insanlarına ve işletmelerin teknik personellerine yol göstermek ve bir çıkış noktası oluşturmak amacıyla 2015 ve 2021 yılları arasında SCI-expanded ve SCI endeksli dergilerde siber-fiziksel üretim sistemleri konulu makalelerin literatür özeti sunulmuştur. Başlangıçta kavramsal çalışmaların daha fazla olduğu ama uygulamalı çalışmalarında hızlı bir artış gösterdiği görülmüştür. Ayrıca dijital dönüşüm sürecinde işletmelerin karşılaştıkları zorlukları ele alan, siber güvenliğe dikkat çeken önemli çalışmalar da göze çarpmaktadır.

Türkiye sığır popülasyonunda en yüksek pay Siyah Alaca ırkına aittir. Ülkemiz zootekni literatüründe sığır konusunda çok çalışılan konulardan biri Siyah Alaca sığır ırkıdır. Bu çalışmada Türkiye’de Siyah Alaca sığır ırkı ile ilgili çalışmalardan yararlanılarak ırka ait 305 gün laktasyon süt verimi, ilkine buzağılama yaşı ve buzağılama aralığı ortalamalarının yıllara bağlı değişiminin tespit edilmesi hedeflenmiştir. Çalışmanın materyalini Siyah Alaca sığır ırkıyla ilgili yapılmış olan 14 makale 10 yüksek lisans ve 9 doktora tezi oluşturmaktadır. İlkine buzağılama yaşı, buzağılama aralığı ve 305 gün laktasyon süt veriminin yıllara bağlı değişimine ilişkin tahmin edilen regresyon katsayıları ve standart hataları sırasıyla 44,3±11,3 l, -0,1±0,03 ay, 1,1±0,25 gün olarak belirlenmiş olup üçü de istatistiksel açıdan önemli bulunmuştur (P

The development of new starter cultures is a crucial task for the food industry to meet technological requirements and traditional products are important reservoirs for new starter cultures. In this respect, this study aimed to isolate, identify, and determine the technological characteristics of Lactobacillus delbrueckii subsp. bulgaricus and Streptococcus thermophilus strains originated from traditional yogurt samples. Genotypic discrimination of 200 isolates revealed the presence of distinct 19 S. thermophilus and 11 Lb. delbrueckii subsp. bulgaricus strains as potential starter cultures. Strain-specific properties determined the acidification capacity of the yogurt starter cultures and a higher acidification capacity was observed for S. thermophilus strains compared to Lb. delbrueckii subsp. bulgaricus strains. Proteolytic activity was found between 0.012-0.172 and 0.078-0.406 for S. thermophilus and Lb. delbrueckii subsp. bulgaricus strains, respectively. 4 of S. thermophilus and 3 of Lb. delbrueckii subsp. bulgaricus strains were found resistant to all tested bacteriophages. The antibiotic susceptibility tests of the isolates revealed that a very low antibiotic resistance was observed for the yogurt starter cultures. Finally, the growth kinetics of selected strains were determined and the maximum specific growth rate of selected S. thermophilus and Lb. delbrueckii subsp. bulgaricus was calculated as 0.527 h-1 and 0.589 h-1, respectively. 35848985

In this study, using a new polymer combination of Chitosan(CH)/Xanthan Gum(XG) has been exhibited for wound dressing implementation by the 3D-Printing method, which was fabricated due to its biocompatible, biodegradable, improved mechanical strength, low degradation rate, and hydrophilic nature to develop cell-mimicking, cell adhesion, proliferation, and differentiation. Different concentrations of XG were added to the CH solution as 0.25, 0.50, 0.75, 1, and 2 wt% respectively in the formic acid/distilled water (1.5:8.5) solution and rheologically characterized to evaluate their printability. The results demonstrated that high mechanical strength, hydrophilic properties, and slow degradation rate were observed with the presence and increment of XG concentration within the 3D-Printed patches. Moreover, in vitro cell culture research was conducted by seeding NIH 3T3 fibroblast cells on the patches, proving the cell proliferation rate, viability, and adhesion. Finally, 1% XG and 4% CH containing 3D-Printed patches were great potential for wound dressing applications.

Developments in computer and network technologies have also positively affected internet technology. With the development of the Internet, the concept of IoT (Internet of Things) has been invented. Nowadays, IoT devices provide convenience in many areas, and the positive effects of IoT-based systems increase people's quality of life. People want to remotely monitor and manage smart cities, smart homes, and other platforms. However, IoT systems have many vulnerabilities and thus have become the target of attackers. Detecting such attacks and preventing security vulnerabilities will further increase the rate of use of IoT technology. In this work, an intelligent intrusion detection system (IDS) for IoT devices has been suggested. The presented intelligent IDS for IoT devices have been developed on a big attack dataset and this dataset contains 3,668,443 observations. In prior works which used this dataset, researchers worked on a binary classification problem (attacked and normal). However, this research aims to classify the attack types, hence, nine categories have been used. In order to propose a prompt responded IDS model, a fast classifier which is a decision tree (DT) has been employed. Our proposal attained 97.43% classification accuracy on this dataset using 10-fold cross-validation. This accuracy rate frankly demonstrates the classification ability of our proposed IDS model for IoT devices., Bilgisayar ve ağ teknolojilerindeki gelişmeler internet teknolojisini de olumlu yönde etkilemiştir. İnternetin gelişmesiyle birlikte IoT (Nesnelerin İnterneti) kavramı ortaya çıkmıştır. Günümüzde IoT cihazları birçok alanda kolaylık sağlamakta ve IoT tabanlı sistemlerin olumlu etkileri insanların yaşam kalitesini artırmaktadır. İnsanlar akıllı şehirleri, akıllı evleri ve diğer platformları uzaktan izlemek ve yönetmek istemektedir. Ancak IoT sistemleri birçok güvenlik açığına sahiptir ve bu nedenle saldırganların hedefi haline gelmiştir. Bu tür saldırıları tespit etmek ve güvenlik açıklarını önlemek, IoT teknolojisinin kullanım oranını daha da artıracaktır. Bu çalışmada, IoT cihazları için akıllı bir saldırı tespit sistemi (IDS) önerilmiştir. IoT cihazları için sunulan akıllı IDS, büyük bir saldırı veriseti üzerinde geliştirildi ve bu veriseti 3.668.443 örnek içermektedir. Bu veri setini kullanan önceki çalışmalarda, araştırmacılar ikili sınıflandırma problemi (Atak ve Normal) üzerinde çalışmışlardır. Ancak bu çalışmada saldırı türlerini sınıflandırmayı amaçladığından dokuz kategori kullanılmıştır. Hızlı yanıt veren bir IDS modeli önermek için karar ağacı (DT) olan hızlı bir sınıflandırıcı kullanılmıştır. Önerimiz, 10 kat çapraz doğrulama kullanarak bu veri setinde %97,43 sınıflandırma doğruluğu elde edilmiştir. Bu doğruluk oranı, IoT cihazları için önerilen IDS modelimizin sınıflandırma yeteneğini açıkça göstermektedir.

Simultaneous liquid organic waste disposal and electricity generation were achieved by a solar-assist sediment microbial fuel cell (S-SMFC) in terms of an ecological and economical perspective. In this respect, 840 mL house environment liquid organic waste which contains 10% juice and 10% sugary tea were disposed by electrogenic bacteria and converted electricity with solar energy. A 100 F capacitor was easily charged 29 times with generated electricity. S-SMFC was disposed 10 mL more waste than control due to more electrical bacteria density on the graphite electrode. In this case, Proteobacteria and Firmucutes were categorized dominate bacteria groups, and they were found in the S-SMFC as 54% and 28%, respectively. Importantly, solar energy increased population density of these groups in the S-SMFC and the density on the graphite electrode increased more than 19% according to control. Some bacteria which were associated with electricity production in the S-SMFC were to Azospirillum fermentarium, Clostridium sp., Pseudomonas guangdongensis, Bacteroides sp., Azovibrio restrictus, Clostridium pascui, Levilinea saccharolytica, Seleniivibrio woodruffii, Geovibrio ferrireducens. Consequently, S-SMFC presents innovative, crucial and simple methodology in order to convert liquid organic waste into the green energy.

The current study compared different driver groups and investigated the relationship between safety climate, driver behaviours, and crashes in a mixed group of professional drivers in Turkey. Two hundred and sixty drivers completed the scales developed explicitly for professional drivers, Transportation Companies’ Climate Scale and Occupational Driver Behaviour Questionnaire, along with the demographic form. Freight drivers scored higher on risky driver behaviours than passenger vehicle drivers. Organisational safety climate predicted driver behaviours. When the organisations are more sensitive regarding work and time pressure issues (low level of pressure), drivers are less likely to speed, violate the rules, and get tired. Additionally, risky driver behaviours were related to more crashes. Specifically, driving while tired positively predicted crashes after controlling for the effects of age and annual mileage. Altogether, a favourable safety climate predicted safer driving behaviours, which was found to be related to fewer crashes. The results were discussed in detail.

In this study, taking into account the data of the Eurasian Economic Union member countries (Russian Federation, Kazakhstan, Belarus, Kyrgyzstan, and Armenia) and Turkey between the years 2000-2018, the relationship between carbon dioxide emissions, per capita income, and electrical energy consumption has been analysed by applying a random effect, fixed effect and generalised method of moments, which are the panel data methods. This study, which examines the Eurasian Economic Union and Turkey, which is expected to be a member in the future, is guided by its empirical results in terms of directing the energy policies of the selected country group. According to the empirical findings obtained from the analysis, the increase in electrical energy consumption increases carbon dioxide emissions., Bu çalışmada Avrasya Ekonomik Birliğine üye ülkeler (Rusya Federasyonu, Kazakistan, Belarus, Kırgızistan ve Ermenistan) ile Türkiye’nin 2000-2018 yılları arasındaki verileri dikkate alınarak; karbondioksit emisyonu, kişi başına düşen milli gelir ve elektrik enerjisi tüketimi arasındaki ilişki panel veri yöntemlerinden olan tesadüfi etkiler, sabit etkiler ve genelleştirilmiş momentler ile analiz edilmiştir. Avrasya Ekonomik Birliği ve gelecekte üyesi olması beklenen Türkiye’nin birlikte incelendiği bu çalışma seçili ülke grubunun enerji politikalarına yön vermesi noktasında ampirik sonuçlarıyla yol gösterici niteliktedir. Analizden elde edilen ampirik bulgulara göre; elektrik enerjisi tüketimindeki artış karbondioksit emisyonunu artırmaktadır.

Musculoskeletal disorders constitute the majority of occupational diseases. These diseases are mostly caused by the poor body posture of the employee during repetitive manual tasks and the non-ergonomic working environment. Musculoskeletal disorders cause a decrease in the quality of life of employees, loss of qualified workforce in enterprises and disruption of work. Within the scope of this project, the vulcanization and core manufacturing sections of a factory producing rubber hoses for the automotive supply industry were examined with REBA (Rapid Entire Body Assessment) Analysis. Potential incorrect body postures were identified and REBA Analysis scores were calculated. Body posture of the employee and current working conditions were modeled with the CATIA V5 program. Biomechanical analysis was performed on the digital model of the employees. A new working environment has been designed in order to eliminate the negative conditions and to eliminate the poor body postures that may cause musculoskeletal diseases in the employees in the coming years. REBA and biomechanical analysis of the employees were realized on the improved models and the improvement results were evaluated., Kas ve iskelet sistemi rahatsızlıkları, meslek hastalıklarının büyük bölümünü oluşturur. Bu hastalıklar çoğunlukla tekrarlı manuel iş yapma esnasında çalışanın yanlış beden duruşundan ve çalışma ortamının ergonomik olmamasından kaynaklanmaktadır. Kas ve iskelet sistemi rahatsızlıkları çalışanların yaşam kalitesinin düşmesine, işletmelerde nitelikli iş gücünün kaybına ve işlerin aksamasına neden olmaktadır. Bu proje kapsamında otomotiv yan sanayisi için kauçuk hortum üreten bir fabrikada vulkanizasyon ve maça imalat bölümleri REBA (Rapid Entire Body Assesment) Analizi ile incelenmiştir. Potansiyel yanlış beden duruşları tespit edilerek REBA Analizi puanları hesaplanmıştır. Mevcut çalışma koşulları, çalışanın beden duruşu CATIA V5 programı ile modellenmiştir. Çalışanların hazırlanan dijital modeli üzerinden biyomekanik analizi yapılmıştır. Olumsuz koşulları ortadan kaldırmak ve çalışanlarda ilerleyen yıllarda kas ve iskelet sistemi hastalıkları meydana getirebilecek yanlış beden duruşlarını giderilmek için yeni çalışma ortamı dizayn edilmiştir. Çalışanların iyileştirilen modeller üzerinde REBA Analizi ve CATIA V5 Programı üzerinden biyomekanik analizi yapılmış, iyileştirme sonuçları değerlendirilmiştir.

Various researchers have investigated the personality correlates of defensive and assertive self-presentation. Yet, only a few studies go beyond the direct relationships and examine the underlying mechanism. The current study examines whether the social comparison orientation (SCO) mediates the relationship between personality and self-presentation. We also tested whether our proposed model is invariant across genders. We collected data from 496 individuals using the HEXACO personality inventory, the self-presentation tactic scale, and Iowa-Netherlands SCO scale to test these hypotheses. The path analysis indicated that the partial mediation model provides the best fit to the data (root-mean-square error of approximation [RMSEA] = 0.08, comparative fit index [CFI] = 0.97, standardized root mean squared residual [SRMR] = 0.026). While honesty-humility (β = -0.43) had the strongest total effect on assertive self-presentation, emotionality (β = 0.34) had the strongest total effect on defensive self-presentation among other HEXACO dimensions. Additionally, we conducted a multigroup path analysis to test the structural invariance, and the findings indicate that the relationships are invariant across women and men (Δχ

Gastronomi turizminin önemli bir gelişme kaydettiği günümüzde insanlar yeni yiyecekler denemek, böylece destinasyonun kültürünü ve ürünlerini yiyecek ve içecekler yoluyla deneyimlemek için seyahat etmektedir. Bununla birlikte, yeni ürünler deneyimlemek isteyenler kadar yeni ve aşina olmadıkları yiyecek ve içeceklerden korkan insanlar da bulunmaktadır. Yiyecek neofobisi olarak adlandırılan bu korkular gastronomi turizminin gelişmesini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda bu çalışmanın temel amacı, kişilerin yeni yiyecek fobilerini belirlemek ve yiyecek neofobisinin gastronomi turizminin gelişimi üzerindeki etkisini ortaya koymaktır. Çalışmada nitel bir araştırma deseni benimsenmiş olup amaçlı örnekleme yöntemi kullanılarak daha önce yurt dışına seyahat etmiş 16 kişi ile online görüşme yapılmıştır. Araştırmada yeni yemek deneyiminin kültür, din, hijyen gibi durumlardan etkilendiği belirlenmiştir. Çalışma, yiyecek neofobisinin gastronomi turizminin gelişmesini olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir.

Bu araştırmanın temel amacı, değişen teknoloji çevresinde ve dünyada meydana gelen büyük değişimlerin sonucu olarak bireylerin kullanılan teknolojik sistemlere yönelik memnuniyetlerinin ve memnuniyetin bağlı olduğu koşulların incelenmesidir. Bu bağlamda Covid-19 pandemi sürecinde öğrencilerin zorunlu olarak uzaktan eğitim sistemlerine geçişleri ele alınarak, Ayrıştırılmış Beklenti Uyuşmazlığı Teorisi ile (Decomposed Expectancy Disconfirmation Theory) kullanılabilirlik, kalite ve değere yönelik algı ve uyuşmazlık değişkenlerinin memnuniyet üzerindeki etkileri incelenmiştir. Araştırma kapsamında öğrencilerin yaş, gelir durumu, dersin takip edildiği alan, çevrim içi eğitim alan kişi sayısı kontrol değişkenleri ile teknolojik altyapı ve kullanım alışkanlıkları da araştırmaya dâhil edilerek araştırma değişkenleri açısından farklılıkları belirlenmiştir. Araştırmada uzaktan eğitim almış üniversite öğrencilerinden oluşan 400 kişilik bir örneklemden veri elde edilmiştir. Kullanılan ölçeklerin geçerliğinin kontrolünde keşfedici faktör analizi; güvenirliğinin belirlenmesinde Cronbach’s Alpha değerleri kullanılmıştır. Memnuniyete etki eden faktörlerin etki düzeylerinin anlaşılması için regresyon analizinden faydalanılmıştır. Son olarak değişkenlerin kontrol değişkenleri, teknolojik altyapı ve kullanım alışkanlıkları çerçevesinde incelenmesinde bağımsız örneklem T-Testi ve ANOVA kullanılmıştır. Araştırma sonucunda, memnuniyeti en yüksek düzeyde açıklayan değişkenlerin algılanan kullanılabilirlik, kullanılabilirlik uyuşmazlığı ve değer uyuşmazlığı değişkenleri olduğu tespit edilmiştir.

When the COVID-19 pandemic led to school closures many of us did not anticipate that this interruption would last for months and perhaps more than a year. The data showed that there was a one and a half year learning loss in both Turkish and mathematics based on Woesmann (2016)`s findings. The difference in the scores for math exam between 2016 and 2020 was 10.32 points which accounts for half of exam standard deviation. Also, the difference in the scores for Turkish exam 2016 and 2020 was 10.91 points which is also around half of the standard deviation. Additionally, based on gender there was a statistically significant decrease of 12.04 points in the mathematics scores of girls and 8.43 points for boys showing a 15-month learning loss for girls. and a year of learning loss for boys (Woessmann, 2016). These results showed that girls had more learning losses due to COVID-19 pandemic. According to the mother's education level; the decrease for mathematics scores were between 9.73 (elementary school degree) and 22.02 points (associate degree). This finding shows that the learning loss in math based on mother educational level is between 15-months and 2.5 years (Woessmann, 2016). Similar findings showed up for Turkish scores as well. The decrease for Turkish scores were between 10.43 (elementary school degree) and 22.24 points (associate degree). This finding shows that the learning loss in Turkish based on mother educational level is between 15-months and 2.5 years (Woessmann, 2016). These results show that some students did not learn new material after the outbreak and even slipped backwards. Ministry of National Education should take following steps in order to prevent effects of COVID-19 pandemic as well as minimize and resolve the learning losses emphasized in this study.

This study aimed primarily to examine the relationship between maxillary sinus variations and dental implant placement in the atrophic maxillary premolar-molar region. Secondly, the preferences of experienced clinicians with regard to implant length in the bone and sinus were evaluated.The data were collected from panoramic radiographs of patients who had undergone dental implant surgery in the posterior maxilla. Parameters such as sinus pneumatization level, sinus floor elevation operation type, and length of dental implants in the sinus and bone (in millimeters) were evaluated. Groups were created for the categories mild-moderate-medial pneumatization and severe-extreme-medial pneumatization, with the subgroups severe and extreme medial pneumatization for medial pneumatization and "5 to 10 mm" and "≤ 5 mm" for inferior pneumatization of the maxillary sinus. The distribution of the data was evaluated with the Shapiro-Wilk test, and the Mann-Whitney U test was used to evaluate the millimeter measurements made in the groups.The mean implant length in bone tissue was measured as 6.3 mm in the mild-moderate-medial pneumatization group and 5.4 mm in the severe-extreme-medial pneumatization group (P.001), whereas the mean implant length in the sinus was 3.6 mm in the mild-moderate-medial pneumatization group and 3.9 mm in the severe-extreme-medial pneumatization group, respectively (P.001). The mean implant length in the sinus was 3.0 mm in the 5 to 10 mm group and 5.1 mm in the ≤ 5 mm group (P.001), whereas the mean implant length in bone was measured as 6.6 mm in the 5 to 10 mm group and 3.6 mm in the ≤ 5 mm group (P.001).This was the first study in the literature in which classifications of inferior and medial pneumatization of the maxillary sinus were used for the same implants and their correlation was evaluated in the presence of sinus pneumatization. In this study, the mean implant length in the sinus was measured to be greater as sinus pneumatization progressed medially. Therefore, like inferior pneumatization, medial pneumatization may also have risks attributable to the need for internal or external sinus elevation operations in the atrophic maxilla, and this could be easily underestimated if CBCT is not used.

İklim değişikliğine uyum ve iklim değişikliği ile mücadele politikalarının tasarımında, bireylerin iklim farkındalıklarıönemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışma sosyodemografik değişkenlerle beraber bireylerin ekonomik ve siyasikurumlara ilişkin algılarının, iklim farkındalığı üzerindeki etkisini araştırmaktadır. Bu doğrultuda, Avrupa SosyalAnketi (ESS) 10. Etap verileri kullanılarak, Avrupa Birliği üyesi 19 ülkede (20.004 kişi) iklim farkındalığı vekurumlara ilişkin algı arasındaki ilişki analiz edilmiştir. Sıralı lojistik model tahminlerinden elde edilen sonuçlar,yaşadığı ülkenin “kapsayıcı” kurumlara sahip olduğunu düşünen bireylerin iklim farkındalığının, kurumların“dışlayıcı” yapıda olduğunu düşünenlere göre daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, yüksekgelire ve sol görüşe sahip olmanın iklim farkındalığını pozitif yönde etkilediği bulunurken, cinsiyet, yaş ve eğitimdüzeyi farklılıklarının iklim değişikliği farkındalığı üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi tespit edilmemiştir.Ayrıca yapılan analizler, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan bireylerin, AB-15 ülkelerine kıyasla daha yüksekdüzeyde farkındalığına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu bulgular, iklim değişikliği ile mücadele etmesürecinde sosyoekonomik faktörlerin yanı sıra kurumların yapısına ilişkin algının da önemli bir rol oynadığınadikkat çekmektedir. Dolayısıyla, çalışma AB ülkelerinin iklim değişikliği ve çevre konularında daha uyumlu ve etkinpolitikalar izleyebilmesi için öncelikle bireysel farkındalığı artıracak kurumsal yapıları geliştirmeye yönelmelerigerektiği sonucuna varmaktadır.İklim değişikliğine uyum ve iklim değişikliği ile mücadele politikalarının tasarımında, bireylerin iklim farkındalıkları önemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışma sosyodemografik değişkenlerle beraber bireylerin ekonomik ve siyasi kurumlara ilişkin algılarının, iklim farkındalığı üzerindeki etkisini araştırmaktadır. Bu doğrultuda, Avrupa Sosyal Anketi (ESS) 10. Etap verileri kullanılarak, Avrupa Birliği üyesi 19 ülkede (20.004 kişi) iklim farkındalığı ve kurumlara ilişkin algı arasındaki ilişki analiz edilmiştir. Sıralı lojistik model tahminlerinden elde edilen sonuçlar, yaşadığı ülkenin “kapsayıcı” kurumlara sahip olduğunu düşünen bireylerin iklim farkındalığının, kurumların “dışlayıcı” yapıda olduğunu düşünenlere göre daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, yüksek gelire ve sol görüşe sahip olmanın iklim farkındalığını pozitif yönde etkilediği bulunurken, cinsiyet, yaş ve eğitim düzeyi farklılıklarının iklim değişikliği farkındalığı üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi tespit edilmemiştir. Ayrıca yapılan analizler, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan bireylerin, AB-15 ülkelerine kıyasla daha yüksek düzeyde farkındalığına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu bulgular, iklim değişikliği ile mücadele etme sürecinde sosyoekonomik faktörlerin yanı sıra kurumların yapısına ilişkin algının da önemli bir rol oynadığına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla, çalışma AB ülkelerinin iklim değişikliği ve çevre konularında daha uyumlu ve etkin politikalar izleyebilmesi için öncelikle bireysel farkındalığı artıracak kurumsal yapıları geliştirmeye yönelmeleri gerektiği sonucuna varmaktadır. İklim değişikliğine uyum ve iklim değişikliği ile mücadele politikalarının tasarımında, bireylerin iklim farkındalıklarıönemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışma sosyodemografik değişkenlerle beraber bireylerin ekonomik ve siyasikurumlara ilişkin algılarının, iklim farkındalığı üzerindeki etkisini araştırmaktadır. Bu doğrultuda, Avrupa SosyalAnketi (ESS) 10. Etap verileri kullanılarak, Avrupa Birliği üyesi 19 ülkede (20.004 kişi) iklim farkındalığı vekurumlara ilişkin algı arasındaki ilişki analiz edilmiştir. Sıralı lojistik model tahminlerinden elde edilen sonuçlar,yaşadığı ülkenin “kapsayıcı” kurumlara sahip olduğunu düşünen bireylerin iklim farkındalığının, kurumların“dışlayıcı” yapıda olduğunu düşünenlere göre daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, yüksekgelire ve sol görüşe sahip olmanın iklim farkındalığını pozitif yönde etkilediği bulunurken, cinsiyet, yaş ve eğitimdüzeyi farklılıklarının iklim değişikliği farkındalığı üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi tespit edilmemiştir.Ayrıca yapılan analizler, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan bireylerin, AB-15 ülkelerine kıyasla daha yüksekdüzeyde farkındalığına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu bulgular, iklim değişikliği ile mücadele etmesürecinde sosyoekonomik faktörlerin yanı sıra kurumların yapısına ilişkin algının da önemli bir rol oynadığınadikkat çekmektedir. Dolayısıyla, çalışma AB ülkelerinin iklim değişikliği ve çevre konularında daha uyumlu ve etkinpolitikalar izleyebilmesi için öncelikle bireysel farkındalığı artıracak kurumsal yapıları geliştirmeye yönelmelerigerektiği sonucuna varmaktadır.Climate awareness of individuals holds a critical place in the design of climate change adaptation and mitigationpolicies. This study examines the impact of socio-demographic variables and individuals' perceptions of economicand political institutions on climate awareness. Using the European Social Survey (ESS) 10th Round data, therelationship between climate awareness and perception of institutions is analyzed for 19 European Unionmember countries (20,004 people). The results obtained from ordered logistics model estimations show that theclimate awareness of individuals who think that the country they are living in has “inclusive” institutions is higherthan those who consider institutions as “extractive.” Evidence also shows that while having a high income andsupporting left-wing views positively affects climate awareness, gender, age, and education level have nostatistically significant impact on awareness. In addition, the analysis revealed that individuals living in Centraland Eastern European countries have higher levels of awareness compared to those in EU-15 countries. Thesefindings imply that besides socio-economic factors, the perception regarding the structure of institutions playsan important role in the process of combating climate change. Accordingly, the study concludes that to pursuemore harmonious and effective policies on climate change and environmental issues, EU countries should firstdevelop institutional structures that will increase individual awareness.

Parallel Reality (PR) is a technology introduced by Misapplied Science at the CES consumer technology fair held in the United States in 2020. This technology makes it possible to simultaneously show different contents for each of the dozens of people in the same place on a single screen. Unlike augmented or virtual reality, this reality does not require people to have extra equipment such as cell phones or special glasses. The pixels can transmit contents according to the viewing angle of the people in front of the screen. In addition, contents can follow the location of people through a sensor integrated into the system. Thanks to this sensor, the image for each person is displayed in such a way that they can only see it from the angle they are in. Thus, unique and personalized content can simultaneously be displayed for each person in crowded environments. As with augmented, virtual, and mixed reality, the parallel reality is a product of high technology. Therefore, this study compares the concept of parallel reality with other types of realities in various contexts, explains its working principles in detail, and provides examples of its application areas. This technology can be used effectively, especially for educational purposes. In addition, in the last part of the research, the researcher proposed a new value term to be used in parallel reality. It is thought that this article will make valuable contributions to the field, as it will be the first study in the field of education and educational technologies, and this type of reality will affect many areas.

Bu çalışmada kırmızı alglerden Gracilaria verrucosa (Hudson) Papenfuss tank kültür sistemlerinde 100 µmol foton m-2 s -1 ışık şiddetinde, farklı foto periyotlar (24:00, 16:08, 12:12 ve 08:16 (A:K)) uygulanarak algin büyüme hızında ve kimyasal içeriğinde meydana gelen değişimler izlenmiştir. Çalışma sonucunda deneme grupları arasında en yüksek büyüme hızı 16:8 (A:K) foto periyot uygulanan grupta bulunmuştur. Deneme gruplarının klorofil a içerikleri aydınlanma süresi arttıkça azalmıştır. Büyüme hızı arttıkça algin fikosiyanin ve fikoeritrin içeriklerinin azaldığı belirlenmiştir. Çalışmada grupların ham protein içerikleri %9,14±0,13 (24:24) ile %10,92±0,25 (12:12) arasında değişim göstermiştir. Tüm deneme gruplarının yağ içerikleri %1’den az bulunmuştur. Alg talluslarının kül içerikleri arasında istatistiksel olarak önemli derece farklılıkların olmadığı görülmüştür (p>0,05). Deneme gruplarının agar içerikleri %8,36±0,24– 13,19±1,09 arasında değişim göstermiştir. En yüksek agar içeriği 8:16 foto periyot uygulanan grupta saptanmıştır. Yüksek ışık şiddeti ve uzun aydınlanma sürelerinin algin serbest radikal temizleme aktivitesini arttırdığı çalışma sonucunda saptanmıştır. Deneme gruplarının toplam fenolik madde içerikleri ile 1,82±0,03 (8:16) ile 2,84±0,04 (24:24) mg GAE g−1 ekstrakt arasında değişim göstermiştir. En yüksek toplam flavonoid içeriği 8:16 (A:K) uygulanan grupta saptanmıştır.

With the importance of the use of diplomacy in the Ottoman Empire in the 19th century, Foreign Ministry gained an effective position in the state administration. This prominence had a direct impact on implementation of reforms at larger scale which was the general characteristics of the era. Therefore, Foreign Ministry stood out among the other institutions of the state due to some of its characteristics and bureaucrats from Foreign Ministry undertook important state duties. This article focuses on the reasons of Foreign Ministry playing a more active role than other institutions during Ottoman Empire’s era of modernization in the 19th century. As a result, the accuracy of the claim that the Foreign Ministry had a superior role in the 19th century Turkish public administration due to certain qualities it possesses; has been explained in details by using archive documents, the sources of the period and literature review.

Teknoloji hayatımızın her alanında bizlere kendisini hissettiren ve bizi tamamen çevrelemiş bir kavramdır. Günümüzde kullandığımız ve ilişki içerisinde olduğumuz pek çok cihazın bundan birkaç yıl önce farklı teknolojiler ile üretildiği ve kullanım amaçlarının zaman içerisinde çeşitlenerek farklı amaçlara hizmet etmekte olduğunu bilinmektedir. Bu konuya verilebilecek en güncel örneklerden biri olan paralel gerçeklik teknolojisi, alışılagelmiş dijital ekranların kullanım alanlarını ve amaçlarını çeşitlendiren deneyimlenebilir bir gerçeklik sunmaktadır. Paralel gerçeklik teknolojisi sayesinde aynı ekrana bakan onlarca kişiye, kişiler için özelleştirilmiş içerikler sunulabilmektedir. Böylece tek bir LED ekran kullanılarak, ihtiyaca bağlı alanlarda aynı anda yüzlerce kişiye farklı reklam veya bilgilendirme içerikleri gösterilebilmektedir. Bu çalışmada, açık hava reklamcılığı için bir dönüm noktası olarak ele alınan LED ekranların geniş kitleler için nasıl kişiselleştirilmiş reklam alanlarına dönüştürülebildiği ve bu dönüşümü mümkün kılan paralel gerçeklik teknolojisine dair bilgilere yer verilmiş, bu bilgiler ışığında örnek bir uygulama kurgulanmıştır. Çalışmanın, paralel gerçeklik teknolojisine dair alandaki ilk çalışma olması ve diğer gerçeklik türleri ile paralel gerçekliği kavramsal olarak karşılaştırması bakımından literatüre özgün katkılar sunacağı düşünülmektedir.

BACKGROUND: Sacral neuromodulation (SNM) is a minimally invasive treatment that modulates spinal reflexes to regulate bladder, urinary sphincter, and pelvic floor and has successfully been used in the treatment of refractory voiding dysfunctions. The aim of this study was to present our experience with SNM in a tertiary referral center with the largest number of patients and review the safety and efficacy of the procedure. METHODS: A total of 42 patients with refractory lower urinary tract symptoms were included into the study. After an initial test period, patients who showed more than 50% improvement in their symptoms underwent the second stage of SNM. Twelve patients had overactive bladder (OAB), bladder pain syndrome/interstitial cystitis (BPS/IC) and 17 had urinary retention. The clinical success was examined during follow-up by voiding diary, urodynamics, and global response assessment. RESULTS: Between February 2015 and December 2020, a total of 29 patients underwent stages I&II SNM procedures. The mean ages of patients in OAB/BPS group and retention group were 40 (37-57 years) and 35 (27-44 years), respectively. Mean follow-up time was at least 1 year. Overall, 58.5% success rate was observed in OAB, BPS/IC, and urinary retention groups. Global response assessment score in both groups increased significantly (p = 0.001). No statistically significant difference was found between success or failure rates when sex and age were variable parameters (p > 0.05). DISCUSSION: SNM appears to be an effective and safe treatment option in restoring voiding dysfunctions in patients with refractory idiopathic and neurogenic voiding dysfunctions. Our initial series revealed favorable results; however, further studies with larger series and longer follow-up are needed.